‘Karganın Uykusu’ ile festivallerden ödüllerle dönen Tunahan Kurt, Cumhuriyet’e konuştu: Güçlü kadınlar!
İlk uzun metrajı “Karganın Uykusu” olan yönetmen Tunahan Kurt’un “Boru”, “Sükut”, “Babam Uçak”, “Müdür”, “Kar Kirazı” ve “Tahtakurusu” adlı kısa filmleri de var. Kurt, bu filmde işlev görmeyen bir maden aktarım tesisinde müdür olarak çalışan ve çocukluğundan beri yaşadığı uyurgezerlik sorunu ile baş etmeye çalışan Nasip’i (Ahmet Ağgül) odağa alıyor. Eşinin şüpheli ölümünden sonra derin bir yalnızlığın içinde yaşayan Nasip, yedi yaşındaki oğlu İsmail’e (Alperen Aktaş) iyi bir baba olamayacağını düşünür ve onu, kendisinin olmayacağı bir dünyaya hazırlamaya karar verir. Sert, karanlık ve bir o kadar da absürt bir film “Karganın Uykusu”. Yönetmen Tunahan Kurt’la, “Karganın Uykusu”nu, sinemayı ve edebiyatı konuştuk.
- Filmin kahramanı Nasip, erkini kaybeden bir figür. Bazı kültürlerde balık, “fallik simge” olarak kullanılıyor. Bunun farklı disiplinlerde de kullanıldığını biliyoruz. Can çekişen balık ve Nasip… Bize ne anlatıyor??
Balık simgesinin birçok kültürde anlamı farklı. Özgürlük bunlardan biri. Ama ben balığı, Nasip karakteriyle eşleştiren bir metaforun içine girmek istedim. Çünkü karakterimizin hikâyede de görüldüğü üzere uyurgezerlik problemi var ve bu problem nedeniyle işlediği bir suç var. Nasip, balıklarda kendisini buluyor. Biraz “spoiler” içeriyor ama verelim, bizim filmin içerisinde gördüğümüz balıklardan bir tanesi Nasip’i temsil ediyordu. Nasip bazen balığı nefessiz bırakıyordu. Aslında bu kendi nefessizliğiydi. Kendisini bulmaya, tanımaya çalışıyor. Kendisiyle özdeşleştiriyor. Ve filmde bir balık ölüyordu. Bu da aslında Nasip’in öleceğine işaretti. Çünkü balık ve Nasip’in hayatı bir paralellik gösteriyordu. Balık metaforu bu aslında. Ama filmin çalışma aşamasında bu bahsettiğiniz imgeleri de araştırdık.
HAYATIN AKIŞI
- Leyla karakteri, bir sığınmacı. Ama diğer sığınmacılara göre daha ayrıksı bir karakter. Ve bir tarafta güçlü kadın, diğer tarafta gücünü yitiren erkek. Toplumun insanlara biçtiği rollere bir gönderme var.
Kısa filmlerimden bu yana, güçlü kadınları çok seviyorum. Hayatın olağan akışındaki güçlü kadınları da, direnen kadınları da seviyorum. Pozitif kadınları da seviyorum. Bunlar benim vazgeçemediğim ögelerden biri. Leyla’nın diğerlerinden ayrıksı durmasını şöyle açıklayabilirim: Klasik olarak mülteci meselesi zaten çokça işlendi. Ben daha farklı bir yerden bakmak istedim. Mülteciler arasında kalmış güçlü bir kadının kendi hayallerinin peşinden koşma hikâyesini göstermek istedim. Bu kadın müzik de dinliyor, dans da ediyordu, her şeye rağmen. Leyla, filmin içindeki en güçlü figürüydü. Filmin içindeki ivmeyi ve ritmi artıracak olan da bu karakterin hikâyeye katılmasıyla oluyordu. Filmdeki birkaç diyalogda da bunu görebiliyoruz. Hikâyenin içerisinde karşılaştığı İsmail karakteriyle karşılaştıktan sonra, o güçlü ve anaç yapısı onu orada kalmaya, kendi adaletine mahkûm ediyordu. Güçlü insanların, güçlü ve korkusuz kararları olur. Leyla da öyle bir karakterdi.
- Günümüz filmleri artık oldukça uzun olmaya başladı. Onlara nazaran kısa. 90 dakika. Ama sanki sığınmacıların hikâyesi biraz daha uzayabilirdi. Ne düşünüyorsunuz?
Bunu daha önce de duymuştum. Evet insanlar biraz daha görmek istediler. Ama ben hikâyenin elverdiği ölçüde göstermek istedim. Aslında bir kez daha görülüyor. Ama sanırım benim söylemem gerekiyor, belki iyi gösterememiş olabilirim. Bu da benim kendime eleştirimdir. Finalde, Nasip’in bindiği araç o mültecilerin bindiği araç. Bu bence daha güçlü. Aynı durumu tekrar tekrar görmektense, tekrarlanacak olan durumu filmin kahramanıyla görmek belki biraz daha güçlü olur diye düşündüm.
SERT VE GERÇEKÇİ HİKÂYELER
- Belki de şundan kaynaklanıyor: Günümüzde insanlara özellikle dizilerde “güçsüz kadın” algısı yansıtılıyor. Filmde de böyle güçlü bir kadını görünce, herhalde onu biraz daha izlemek istiyoruz. Hissetmek istiyoruz. Şöyle devam edelim: Sert bir hikâye. Puslu bir atmosfer. Tüm bunların içinde absürtlük, kendisine önemli bir yer buluyor. Sinema dilinizi bu yolda mı ilerleteceksiniz?
Kısa filmlerimden bu yana, kendisine bir yönetmen dili oluşturmaya çalışan bir yönetmen adayıyım. Kısa filmlerimi izleyen kişiler, uzun metraja geçince yaptığım bazı kamera hareketlerinin birbirine benzediğini fark edince bir süre sonra, “Bir sonraki filminizde isminizi yazmasanız, Tunahan Kurt filmi olduğunu anlayabileyeceğimiz imgeler var” cümleleriyle karşılaştım. Bu filmin açılış sahnesindeki vantilatör sahnesi, bir kısa filmimde farklı bir açı ve farklı bir biçimde vardı. Kendi dilini bulmaya çalışan bir yönetmen olarak, her filminin karanlık olacağını söyleyemiyorum. Ama bir süre daha, sert ve gerçekçi hikâyeler yapmaya devam edebileceğimiz söyleyebilirim. Çünkü benim sinema anlayışımda yapay, yamalanmış, gerçeğin dışında kalan, gerçek hayat ve zamanla ilişki kuramayan hikâyeleri sanırım benim hikâyelerim değil. Ya da yazabileceğim, çekebileceğim hikâyeler olduğunu düşünmüyorum. Absürtlüklere gelince, bence hikâyenin gerçekliğiyle alakalı. Çünkü insanoğlunun hayatı da böyle. Biz en acı durumun içinde, çok komik bir olay yaşayabiliriz. Bir cenazeye gittiğimizde, orada bir an gülebiliriz. Çok keyif aldığımız bir ortamda bir anda ağlayabiliriz de. Hayat böyle. Bu absürtlükler, kendi adıma sevdiğim ve bundan sonra da hikâyelerimde olacak şeyler.
- Başrol oyuncusuna gelelim. Ahmet Ağgül. Bence bundan sonraki dönemde, aranılacak bir karakter oyuncusu çıkardınız sinemamıza. Bazı yönetmenlerin böyle ortaya çıkardığı oyuncu hikâyesi vardır… Bundan sonraki yolda, Ahmet Bey ile yürüme aruzunuz var mı?
Ahmet ile bizim ilişkimiz, yönetmen-oyuncu ilişkisinden çok arkadaşlık ilişkisiydi. Kendisini tanıdıktan ve ondaki yeteneği keşfettikten sonra, beraber çalışmayı çok istiyordum. Filmdeki Nasip karakterini yazarken de, birçok yerde Ahmet vardı kafamda. Bitirdikten sonra, Ahmet’e sunduğumda o da çok beğendi. Sonra beraber çalıştık. Ahmet’in duruşu, oyunculuğu, yüzü, çok beğenildi. Adana’da da ödül aldı. Kendisi şu an birçok şirketçe aranıyor. Sinemada olmak istiyor ama sanırım bir dizi ile karşımıza çıkacak. Sürprizi çok kaçırmayayım ama… Onunla evet, her zaman çalışmak isterim. Hem kamera önü hem de kamera arkasında. İkinci filmde ona bir cameo yazdım. İkinci filmde Nasip’i bir yerde daha göreceğiz. Filmlerimi takip edenler bunu görecektir. Karganın Uykusu’nda, kısa filmimden bir sahne vardı.
- Çocuk oyuncumuz da var filmde. Alperen Aktaş, kuzeniniz. İlerleyen zamanlarda onunda bir oyunculuk serüveni olacak mı?
Benim kuzenlerimin hepsi benim filmlerimde oynadı. İlk kısa filmimde de Alperen’in abisi oynamıştı. Ama Alperen aralarında oyunculuk bakımından algısı en yüksek olanı. Kendisi aralık ayınca, uzun metraj bir filmde başrol olacak. Utku Uçar’ın yönetmenliğinde, 2024’te izleyeceğiz sinemalarda. Ben onun her zaman yanındayım, yolunun açık olduğunu biliyorum. Uzun yıllar izleyeceğiz.
- Anladığım kadarıyla bu sizin yönetmen imzanız olacak.
Evet, fark eden izleyiciler bana yazıyor, söylüyor, mutlu ediyor.
‘EN SEVDİĞİM FİLM, SARI MERCEDES’
- İdolüm dediğiniz bir sinemacı var mı?
Doğrudan, spesifik bir isim söyleyemem ama benim sinemaya olan bakışımı en çok etkileyen kişi Abbas Kıyarüstemi’dir. Benim kurmak istediğim sinema ise, biraz “Helen” bir sinema. Yani ben şiirin içinde rock görmek istiyorum. Her ne kadar ilk filmde, bu konuda başarılı olamasam da yapmak istediğim bu. Biz ülke olarak da bir “geçiş” ülkesiyiz. Hem doğuyuz hem batıyız. Sinemamın da böyle olmasını istiyorum. Ayrıca, sertliğinden dolayı Gaspar Noe’yu söyleyebilirim. Sinema dilini çok beğeniyorum.
- Peki idol demeyelim, izlemeyi sevdiğiniz bir yönetmen diyelim, Türkiye’den.
Yılmaz Güney’in filmlerini seviyorum. Metin Erksan’ın sinemasını seviyorum. En sevdiğim Türk filmini söyleyebilir miyim?
- Tabii, güzel olur.
Sarı Mercedes (Tunç Okan, 1992). Çok seviyorum. Yönetmeniyle, senaristiyle. Kendi adıma neden bunu çok seviyorsun sorusuna net bir cevabım yok. Belki arabayı -babamın da öyle bir arabası vardı-, belki yol hikâyesini sevdim, belki o vapurdaki kadını sevdim, belki karayolundaki o kamyoncu dayıyı sevdim…
EDEBİYAT VE SİNEMA
- Edebiyat, yaşamınızın ne kadarını kapsıyor?
Yazma eğilimim, ortaokulda başladı. Kompozisyon ve hikâye ile başlamıştım. Öğretmenimin cesaretlendirmesiyle bir süre devam ettim. Ve ben ilk lise 1’deyken, dünya edebiyatıyla başladım. Dostoyevski, Hugo… Bazen de kızarım kendime, çok erken okudum diye. 20’li yaşlarımın ortasında, bu kitapların bazılarını yeniden okumam gerektiğini fark ettim çünkü ilk okuduğunuzdaki dünya ve duygu durumunuzla, aradan geçen yıllardan sonraki duygu ve durumunuz farklı oluyor.
- Okurken sıkıldığınız oluyor mu bazen?
Bir kitap beni 50. sayfada sarmıyorsa, onunla fazla vakit harcayamıyorum. Vakit önemli. Bir film de öyle. 90 dakikalık filmde, 20. dakikada izleyiciyi almanız gerekiyor filmin içine. Çünkü günümüzde zaman çok hızlı okuyor. Hikâye yazmadan önce, aklımdaki fikre benze hikâyeleri okumaya özen gösteriyorum.
- Hangi türleri okumayı tercih ediyorsunuz?
Tür olarak net bir şey söyleyemem. Çalıştığım projede, dijitale dizi yazarken polisiye okuyorum. Ama sürekli polisiye roman okumuyorum. Yazdığım hikayenin türüne göre ilerliyorum. Onun dışında fantastik ve distopik hikâyeleri de seviyorum. Net çizgileri olan bir insan değilim.
- Edebiyat uyarlamaları ile aranız nasıl? Film için yazılan bir hikâye değil de var olan bir hikâyeyi sinemalaştırmak var mı aklınızda?
Çok düşündüğüm bir şey değil ama kendimi hikâye arayan birisi olarak görüyorum. Bu hikâyenin nereden çıkacağını bilemiyorum. Bazen kimsenin okumadığı bir öykü kitabından, bazen de herkesin okuduğu bir kitabın içine sıkışmış bir hikâyeden çıkacak. Mutlaka böyle bir şey denemek isterim sanırım. Ama çok zor bir şey. Kitabı okuyan birisinin kurduğu dünya ile, yönetmenin kurduğu dünya başka boyutlarda olabiliyor. Bu durum okuyucuyu, izleyici pozisyonuna geçtiği zaman hayal kırıklığıyla sonlanabiliyor. Mesela ben, 1984’ü okuduktan sonra kendimi çok tutmama rağmen, filmini de izlemek istedim. Çok korktum, hayal ettiğim karakteri bambaşka görmekten. Sonra kapattım. Bir yönetmen olarak, başka bir yönetmenin kurduğu dünyada kendi dünyamı bulamayacak olmaktan çok korktum. Çünkü kendi kurduğum dünyayı çok seviyorum. Çok riskli ama iyi çalışıldığı zaman güzel örnekleri vardır. Anayurt Oteli bunlardan biri. Kitap da film de, şaheserdir.
- Çukurova ile ilgili ayrı bir bağınız var mı? Olayı daha çok anlatmak istiyor musunuz?
Bu topraklardan besleniyorum. Adana bana çok şey katıyor. Belli bir süre sanırım yalnızca kendi memleketimin üzerine yazabileceğimiz düşünüyorum. Çünkü insan en iyi bildiğini yazar. Birinci hikâyem kendi köyümde geçiyordu. İkinci hikâyem, kendi mahallemde geçiyor. Çocukluk ve gençlik dönemlerimi içeriyor. Muhtemelen üçüncü hikâyem de, Mersin’de, doğduğum yer olan Siliflke’de olacaktır… Bu konuda, Nuri Cihan Özdoğan, ilk uzun metrajına hazırlanırken, Adana’da bir eşkıyanın hikâyesini anlatmaya hazırlanıyor. Tuğ Aras’ın yönetmenliğinde 2024’te festivallerde görmeye başlayacağız. Sanırım benden önce de anlatacak birisi geliyor.
HEDEF ‘CANNES’
- Sonraki hedef nedir? Sizin gönlünüzdeki aslan neresi?
Her yönetmenin hayalidir, Berlinale’de, Venedik’te, Cannes’da yarışmak. Ama sanırım Cannes’da olmayı çok istiyorum. 8 yıl önce, bir kısa film için verdiğim röportajda “Bakkal Ali’nin oğlu Cannes’a gitti derlerse…” diye bir cümle kurmuştum. Hava olsun, ya da iyi bir manşet olsun diye söylememiştim. O zamandan beri hedefim belliydi. Hâlâ bunun peşindeyim. Başarırım başaramam bilemem ama, birinci filmin verdiği tecrübeyle, ikinci filmde -tabii ki bir yerlere yaranmaya çalışmadan, kendi hikâyemizi anlatarak- Cannes’da olmayı isterim. Bunu tabii zaman gösterecek.